MİLENYUMUN
vebası CİCİ TERÖR
Vatan KÖSERELİ
1)GİRİŞ
İnsanlığın
tarihi gelişimi belki de konuşma melaikesini keşfiyle başlamıştır. Ünlü Yunan filozofunun ifadesiyle insan
sosyal bir hayvandır. İnsanı hayvandan ayıran özelliğin görünür kısmıdır
konuşmak yani, dil. Ve o dil insanın sosyalleşmesinde iletişimin en temel
ögesidir.
Belki
tarihsel süreç ve kültürel gelişim olarak çok ayrı özellikte bir konu olmakla
birlikte milenyumun vebası “cici-kutsal” terörün kullandığı en acımasız silah
olduğu için konuşmak ve dil melaikesine vurgu yapma gereği önem taşımaktadır.
TERÖR
diyoruz ama, sözcük anlamı uluslar arası bir deyim haline gelmiş olsa da Türkçe
konuşanlar için bunun karşılığı bir sözcük bulunmadığı için hayal dünyasındaki
anlamı bomba sözcüğünden öte bir çağrışım yapmamaktadır. Yine Latince kökenli
olmakla birlikte Türkçe’deki kullanımı eski olduğu için artık Türkçeleşmiş
kabul edilen Bomba sözcüğü ise patlama çatlama olarak karşılık bulmaktadır.
Aynı durum “emperyalizm” için ve hatta “imparatorluk” ve “kolonyal” sözcükleri
için de geçerlidir. Bu üç sözcük aslında Türkçemizdeki “sömürme”, “sömürge”,
“sömürgeci” sözcüklerinin, diğer bir ifadeyle Anadolu Türkçesindeki “altta
kalanın canı çıksın” deyimini
karşılamaktadır.
Kürese
l sömürgeciler mazlum ve masum halkların halk diliyle “kanını emerken” en
azından bu sömürünün farkında olmasınlar diye üretilmiş Türkiye özelinde Türkçe
dışındaki sözcüklerle bireyler uyutulmaktadır.
Konuya
tersinden giriş yaparsak, bireylerin önce konuşmayı sonra ana dillerini sonra
da iletişim kurmasını öğrenmesi, belki 10.000 yıl öncesi gelişmişlik düzeyine
ulaşabilmesini ancak sağlayabilecektir.
Kişi
toplumda birey olmadan, bireylerin örgütlü en üst düzeneği sistemi olan devleti
kurmaya kalkması durumunda, kum yığınından evler misali o devlet ilk fırtına da
savrulup darmadağın olacaktır.
-----
2)ETİMOLOJİDEN GERÇEKLERE:
Modern
çağın ya da milenyumun gerçek vebası olan TERÖR; temel manada; “tehdit, adam
kaçırma, rehin alma, gasp, yağma, katliam vb.” fiilleri işlemek suretiyle doğrudan
insanlık onuruna karşı hak ihlalleri üzerinden geçim sağlamayı meslek edinme
durumu olarak Türkçeleştirilebilecektir.
İnsanlık onuruna eziyet etme Anadolu
Türkçesindeki ifadesiyle kul hakkını girme, kul hakkını gasp etme durumu; sözde
modern medeniyet Batı’da 1860’lı yıllarda köleliğin resmi olarak yasaklanması
ile ancak ayıplanabilmiştir. Oysa TÜRK medeniyetinin onbinlerce yıllık
geleneğinde hiçbir zaman kölelik ayıbı yaşanmamıştır. Osmanlı bünyesindeki
Tuğrani yani Törük (TÜRK) medeniyetinin ardılları topluluklar yine kölelik
ayıbından uzak durmuş, ne zaman ki devlet bürokrasisi oluşmaya başlayınca
Tuğran dışındaki Törük olmayan diğer milletlerin ardıllarının alışkanlıkları
kısmi olarak toplum yaşamına karışmıştır. Ki bu durum Osmanlı’nın çok kültürlü
yapısında yine de Türk Milleti’nin köle ayıbına bulaşmasını sebep olmayı başaramamıştır.
Ayrıca
diğer dillerde kul ve köle tabirleri, aynı sözcükle (Arapçada “abd”) ifadesini
bulurken Türkçemizde “kulluğun sadece Yüce Yaradan’a (Allah’a) olabileceği” inancıyla “bir insanın diğerine
kulluk edemeyeceğini” de vurgulayan tarzda köle sözcüğünü kullanılmıştır. Çünkü
TÜRK medeniyetinde insanlık onuru yani kul hakkı korunması gereken en kutsal
değer olagelmiştir.
TERÖR;
Milenyum olarak adlandırılan teknoloji çağında, güce hakim unsurların
zalimleşerek mahkum yani yönetilen unsurları mazlumlaştırma ve köleleştirme
yönündeki çağdaş aygıttır.
İnsanlık
tarihi kadar eski olan gasp yağma katliam temelli bu suç fiilleri öteden beri kriminal
nitelikli kabul görmüş olmakla birlikte buna mukabil cezalandırmalar ancak zalimin
insafı kadar uygulamaya geçirilebilmiştir.
----
3)DEVLET
ve TERÖR
Anayasal
temelde Devlet düzeneği ve Devlet geleneğinin, Akademik tabirle “state
formation” bakış açısıyla terörün iktidara ulaşmasının önlenmesi bir yana; TERÖR,
aynı Anayasal düzen içerisinde iktidara ulaşmanın en birincil yöntemi olarak, hakim
güçler tarafından Üçüncü dünya ülkelerinde pazarlanmaktadır. Aslında daha da
vahimi ise belki bunun bir pazarlamadan çok öteye, sözde “Arap baharı”
örneğinde olduğu gibi, dayatamaya dönüşmüş durumda olmasıdır.
Terörün
Üçüncü dünya ülkelerinde iktidar için en birincil yöntem olduğu algısının
pazarlanmasının Küresel sömürgeciler için bir ihtiyaç olduğu durumu,
1990’lardaki Irak işgali deneyiminde bizzat yaşanarak idrak edilmişti.
Tam da
bu sıralar soğuk savaş biterken, yerine başlayan dönem her ne kadar “barış”
olarak adlandırılsa da, yaşanan gerçek ise en iyi niyetli söylemle olsa olsa
“soğuk barış” dönemiydi.
Nasıl
ki soğuk savaşta iddia edilenin aksine bir savaş söz konusu değilken bu dönem
de barışın yeni yıl dileklerinden öte bir anlam taşımadığı çok geçmeden
anlaşılacaktı.
“Soğuk
savaş” döneminin casusluk savaşları yerini “soğuk barış”ta sözde Sivil Toplum
Kuruluşları’nın barış ve demokrasi havariliğinin öncülüğündeki sözde barış için
çatışmalara bırakmıştı.
ABD’deki
ikiz kulelere yönelik yolcu dolu uçakların kitlesel canlı bombalar olarak
kullanıldığı Onbir Eylül ya da ABD’deki söylemle 9/11 saldırıları da; Batı
sözde medeniyetindeki terör potansiyelinin üçüncü dünyaya ihracı için belki
zorunluydu. Her ne kadar komplo teorisi
olarak görülse de “soğuk barış”ın tam orta yerinde Küresel sömürgecilerin
kalbinin vurulması ya da en azından kalbi olduğu yönünde propagandası yapılan
yerlere saldırı düzenlenmesinin sebebi ve failleri ne ve kim olursa olsun
sonuçları itibarıyla başka seçenekler akla gelmemektedir.
Dolayısıyla
“soğuk barış” döneminin en temel özelliği 3.Dünya’da TERÖR’ün iktidara ulaşmada
meşru bir aygıt ve araç olarak kanıksanması olmuştur.
Aynı
Batı ; TERÖR’ü 3.Dünya ülkelerindeki iktidar savaşlarında meşrulaştırırken
kendi topraklarına teröristlerin gölgelerinin dahi düşmesine fırsat
tanımamıştır. Bunun da ötesinde Batı,
kendi vatandaşları arasındaki kriminal tipleri de 3.Dünya’ya ihraç etmek
suretiyle bir çeşit olası toplumsal huzursuzluklara da ön almıştır.
Günümüz
Küresel sömürgecileri; kamuoyunda sıkça duyduğumuz tabiriyle “koalisyon
güçleri” tüzel kişiliğinde ete kemiğe bürünmekle birlikte esas itibarıyla
İngiltere Krallığının manevi öncülüğünde ve ABD’nin manevi sözcülüğünde kendini
bulmaktadır.
Tüm bu
TERÖR’ü 3.Dünya’ya ihraç stratejisi mutlak ki ne tek boyutlu ne de tek karar
odaklı olarak hayata geçirilmiş değildir.
Türkiye’ye
dayatılan Başkanlık sistemi; sanılanın aksine ABD’de değil de, Küresel
sömürgecilerin soğuk barış dönemindeki 3.Dünya’yı sömürme aygıtlarının kamufle
edilmesi yöntemi olarak Meksika Brezilya başta olmak üzere, Küresel sermayeye
tehdit oluşturabilecek potansiyeldeki ülkelerde hayat geçirilmiştir.
Çünkü
Küresel sömürgecilerin dünyayı bir köy gibi görmelerinin eseri olarak, onların
gözünde Devlet başkanlığı da bir tek makamdır ki o da İngiliz Krallığıdır. ABD
başkanı sanılanın aksine Birleşik Devletlerin Devlet Başkanı değil Birleşik
Devlet Yürütmesinin (Administration) başıdır. ABD’nin Devlet başkanı sembolik
olarak İngiliz Kralıdır. Kralın ABD’deki devlet başkanlığı yetkileri de yine
İngiliz Kralı adına fiili olarak SENATO tarafından kullanıla gelmektedir
Dolayısıyla
devlet kurumları yerli yerinde olunca yetki çatışması olmadığı gibi, işleyen
hukuk sistemi sonucu herkes görevini bilmekte ve devletin işlevselliği en etkin
düzeylere taşınabilmektedir.
Anayasası
olmadığı iddia edilen İngiltere’de sistem 800 yıl önceki Magna Carta; yani
Türkçesiyle 1215 tarihli Devasa Şart
olarak adlandırabileceğimiz metin üzerinden gelişmiştir.
Oysa
Magna carta sanılanın aksine özgürlükler beyannamesi olmadığı gibi insan
haklarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan bir içeriğe sahiptir. Magna Carta;
Kralın Kutsal meşruiyet (yani Tanrı’dan alınan ya da tanrısal) kaynaklı
iktidarını, Mutlak meşruiyet (Yani toprağa dayalı mülk’e dayalı) iktidarla
dengelenmesi ya da iktidarın meşruiyet kaynağının “kutsal dayanaktan, mutlak dayanağa
doğru geçişgenliğinden” başkaca bir şey değildi.
Ama
esas olanın Anayasal sistem Latince kökeniyle “constitutional” ana gövde etrafında
toplanan kurallar bütün olduğu gerçeğiydi. Bu anayasal gerçeklik her ne kadar
800 yıldır insan hakları tarihinin ilk belgesi gibi yansıtılmış olsa da bugünkü
İngiliz Krallığının kök ve temellerini doğru anlamamız açısından oldukça önemli
bir konumdadır. Küresel sömürgecilerin en azından köklerinin doğru tanımlanması;
sömürge veya sömürge adayı olan 3.Dünya ülkelerinin, karşı stratejileri geliştirmelerinde
ana esası oluşturmak zorundadır.
----
4)GÜNCELDEKİ
GERÇEKLER IŞIĞINDA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ:
Güncel olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu
sorunların kökleri; küresel sömürgecilerin 1815’ten bu yana 200 yıldır
süregelen Avrupa’nın hasta adamı olgusunun bir türlü “ölü adam” olgusuna
evriltilememesinde yatmaktadır.
Türkiye
açısından; Milenyumun vebası cici Terörden kurtulmanın yolları olarak
sayabileceğim hususlar ise şu ana başlıklar sıralanabilecektir.
-Anayasal
boyut;
Türkiye
Cumhuriyeti devleti; 1815’te Napolyonu esir alan İngilizler öncülüğündeki
Küresel sömürgecilerin Fransa’yı laiklikle etkisizleştirmesi ve bir anlamda
Roma geçmişli Latin cephesini düşman modundan çıkartması sonrasındaki
saldırılara karşı 1808’de Sened-i ittifak ile başlattığı Anayasal sürecin ete
kemiğe bürünmüş son haliydi.
Küresel
sömürgeciler, İngiliz Krallığının öncülüğünde kendileri parlamenter sistemi ve
seküler devlet anlayışını esas alırlarken, Fransa ve Türkiye örneğinde olduğu
gibi, sömürge adayı ya da denetim altına alma teşebbüsünde bulundukları
ülkelere, devlet başkanının işlevsel olarak bulunmadığı Başkanlık sistemini ve
laik yani Devlet kademlerinden ve toplum yaşamından inançların görünür olmasını
ortadan kaldıran anlayışını dayatmışlardır.
Dolayısıyla
Anayasal temelden taviz verilmeden, Anayasa’nın tavizsiz uygulanması,
Her
şeyden önce en birincil temel insan hak ve özgürlüğünün “yaşama hakkı”
olduğunun vurgulanarak, “yaşama hakkı”nın yaşamasının ancak ve ancak sadece bireye
“güvenlik hakkı” güvencesi sağlanması ile mümkün olduğu gerçeğinin esas
alınması,
iki bölmeli parlamenter sisteme
geçilerek Anayasal demokraside Devlet başkanlığı makamının tarafsız ama Devleti
bir bütün olarak kucaklayan manevi birleştirici konuma taşınması,
Başbakan’ın yürütmenin başı olarak,
iktidarın yetkilerini kullanırken Parlamento’nun Lordlar kamarası ya da Senato
dengi olan bölmesi aracılığıyla Türk Milleti’nin iradesinin denetiminde olması,
Anyasa’da
laiklik değil sekülerizm vurgusu yapılması, ya da uygulama olarak Devletin
Anayasal düzlemde vatandaşının inançlarına karışmadığı , her vatandaşın inanç
özgürlüğünün güvence altına alındığı bir sistem uygulanması,
Özellikle
Devlet kurumlarında ve tüm kamu alanlarında, TÜRK adı silinerek Türk
Milleti’nin Türk devletini ve Türk vatanını kimliksizleştirme politikalarından
derhal vazgeçilmesi,
Türk
adının bir etnik kökenden değil, Bir medeniyet anlayışından geldiği gerçeği
ile, tüm dünyaya “ulus” devlet anlayışını yerleştiren Osmanlı hanedanı
öncülüğündeki TÜRK devlet anlayışının yeniden hakim kılınması, “ulus devlet”
Küresel sömürgecilerin iddialarının aksine , aynı etnik kökenden gelen
bireylerin örgütlü şekilde bir araya gelerek bir etnik kökene dayalı olarak
kurdukları devlet demek olmadığı gerçeğinden hareketle, “Ne mutlu Türküm
diyene” anlayışı temelinde bir devletin toprakları üzerinde yaşayan her bir
bireyin dili dini ırkı rengi vb ayrım gözetilmeksizin o devlete vatandaşlık
bağı ile bağlanması durumu olduğunun yeninden hatırlanması,
Osmanlı hanedanı yönetimindeki TÜRK
cihan devleti, tarihi boyunca kendi toprakları üzerinde yaşayan her bir bireye
; içinde bulunduğu tarihsel dönemin gerçekleri ile uyumlu olarak ayrımsız bir
şekilde vatandaş muamelesi yaptığı gerçeğinin hatırlanması,
Adı
olmayan hiçbir varlığın ayakta kalamayacağı gerçeğinden hareketle her ne kadar
Küresel sömürgecilere hizmet adına TÜRK düşmanlığı yapmak amacıyla yürütülse
de, bu kimliksizleştirme politikasının aslında devleti tasfiye etmek anlamına
geldiğinin görülmesi, dolayısıyla Küresel sömürgecilere hizmet olsun derken,
onlar karşısındaki tek önemli biricik koz olan bizatihi devletin kendisinin yok
olması durumunda, aynı Küresel sömürgecilerin; sömürecek bir devleti bile
olmayan bir oluşuma itibar etmeyeceği gerçeğinin de görülmesi,
Yine bu çerçevede, “özel isim-cins isim
ayrımı” toplumbilimsel gerçeğinin göz önünde bulundurulması , Millet devlet
vatan bayrak kavramlarının, her ne kadar “tek” olarak vurgulansa da isimsiz
kaldığında ya da “bu” diye garabet bir söylemle süslendiği zaman, aslında
olmakta olan gerçekliğin başsız gövde gibi bir ucubeye dönüştüğünün görülmesi,
Bir
yandan kimliksizleştirilmesi yönünde çaba sarf edilen devletin tüzel kişilik
olarak yanlış yapmasının fiilen akıl dışı olması nedeniyle, geçmişteki
hataların “güvenlikçi politikalar” ya da devlet odaklı değil , tamamıyla
kul-insan-birey kaynaklı sorunlar olduğu gerçeğinin yeniden ortaya
çıkartılması, aksi halde, devletin tüzel kişiliğinin suçlanması durumunun; bir
kişinin arabayla ezilmesi örnek olayında, maktulu ezen saldırganın değil de tam
tersine sanki kişilik sahibi görülerek arabanın suçlanması gibi bir garabetin
ortaya çıkacağı gerçeğine dikkat çekilmesi,
İdari
boyut olarak;
Terör
suçundan ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü PKK elebaşına bu sıfatının dışında
bir sıfat yakıştırılmasına olanak fırsat tanınmaması izin verilmemesi, bu
bağlamda, bu hükümlünün diğer ağırlaştırılmış müebbet hükümlülerle aynı
koşullarda infaz işleminin sürdürülmesi, bırakın devletin müsteşarını o
hükümlüye göndermeyi, ancak İnfaz Koruma Memurlarının diğer hükümlülerle aynı
koşullarda anılanı muhatap alması,
Türkiye’nin
bütünlüğüne kasteden terörist başına Terör suçundan ağırlaştırılmış müebbet
hükümlüsü PKK elebaşı dışında bir sıfat yakıştırılmaması , terör örgütüne “Kürt
siyasi hareketi”, terörist elebaşlarına “üst düzey yönetici” vb şeklinde
kutsayıcı terminolojiden vazgeçilmesi, bu söylemlerin doğrudan terörü ve
teröristi yani suçu ve suçluyu övmek fiili sayılması,
Küresel
sömürgecilerin talimatıyla oluşturulan “İmralı” konseptinin esas olarak
Hollanda Lahey’deki uluslar arası adalet divanı araç kılınarak hayata
geçirilmek istendiği unutulmadan, hiçbir kişi için hukukun hele hele anayasanın
ihlal edilmesinin kesinlikle önüne geçilmesi,
Yabancıya
her türlü gayrimenkul satışının sıkı denetim altına alınması,
Yurtiçindeki
her türlü yabancının yıkıcı faaliyetleri karşısında duyarlılığın bir bütün
olarak yükseltilmesi, bir çeşit casus cenneti olan Türkiye’nin bu durumunun
ortadan kaldırılması,
Askeri
açıdan;
Gümrük
kapılarının dış güvenliği başta olmak üzere Türkiye’nin tüm sınırlarından Kara
Kuvvetleri Komutanlığının sorumlu tutulması,
Kırsaldaki
teröristlere karşı yürütülen operasyonlarda; Özel kuvvetler komutanlığı ve özel
harekat polisinin müşterek çalıştırılması,
Hem
askeri hem istihbari sayılacak şekilde, terör örgütlerinin iletişim
kanallarının denetlenmesi ve dinlenmesi kadar ondan daha önemli olan özellikle
kırsaldaki teröristlerin birbirleriyle olan telsiz, telefon, kurye vb
iletişiminin yasal düzenlemeler ışığında ve yargı kararları doğrultusunda
engellenmesi, aksi durumda kamu imkanları ile teröristlerin devleti imha
eylemleri organize etmesinin önüne geçilemeyeceği, özellikle telsiz
görüşmelerinin “teröristler hakkında bilgi toplama aracı” olarak görülmesi
nedeniyle bunlara izin verilmesinin terörist faaliyetlere hayat verdiği
gerçeğinin bir şekilde artık görülmesi, yine yerli yabancı operatörlere kayıtlı
GSM telefonlarının yasal dayanak altında alınacak yargı kararları ile iletişime
kapatılması,
Diplomatik açıdan;
Uluslar
arası toplumda tüm devletlerin; dost ya da müttefik diye ayırmadan teröre karşı
işbirliği açısından muhatap kabul edilmesi,
Bu
çerçevede güncel olarak Almanlarla işbirliğine önem ve öncelik verilmesi, zira
Küresel sömürgecilerin hem sömürge yapamadıkları hem de kendilerine ortak
edinmedikleri Almanların özellikle Ortadoğu’daki menfaatlerinin Türkiye’nin
menfaatleriyle doğal olarak örtüştüğünün anlaşılması, tıpkı 1.Dünya savaşı
öncesi İngiliz işgali altında olan Osmanlı Hanedanlığı yönetimindeki TÜRK
devletinin menfaatlerinin İngiliz’in insafında değil, bir müttefik bularak
İngiliz’e karşı direnmek gerçekliğinde olması gibi , günümüz koşullarının da
İngiliz-ABD güdümündeki İran, İsrail , S. Arabistan, Katar , Çin ya da Rusya’ya
sarılmak değil, Almanlarla onurlu ve eşit koşullarda yürütülecek işbirliği
girişimleri çerçevesinde uluslar arası ilişkilerimizin şekillendirilmesi, tam
bağımsızlık ilkesinden asla taviz verilmemesi,
şeklindedir.
Arz
ederim
“İstihbarat Hukukuna Giriş” kitabının yazarı Vatan
KÖSERELİ