17 Ekim 2015 Cumartesi

Milenyumun vebası Cici Terör

         MİLENYUMUN vebası CİCİ TERÖR
Vatan KÖSERELİ
1)GİRİŞ
         İnsanlığın tarihi gelişimi belki de konuşma melaikesini keşfiyle başlamıştır.  Ünlü Yunan filozofunun ifadesiyle insan sosyal bir hayvandır. İnsanı hayvandan ayıran özelliğin görünür kısmıdır konuşmak yani, dil. Ve o dil insanın sosyalleşmesinde iletişimin en temel ögesidir.
         Belki tarihsel süreç ve kültürel gelişim olarak çok ayrı özellikte bir konu olmakla birlikte milenyumun vebası “cici-kutsal” terörün kullandığı en acımasız silah olduğu için konuşmak ve dil melaikesine vurgu yapma gereği önem taşımaktadır.
         TERÖR diyoruz ama, sözcük anlamı uluslar arası bir deyim haline gelmiş olsa da Türkçe konuşanlar için bunun karşılığı bir sözcük bulunmadığı için hayal dünyasındaki anlamı bomba sözcüğünden öte bir çağrışım yapmamaktadır. Yine Latince kökenli olmakla birlikte Türkçe’deki kullanımı eski olduğu için artık Türkçeleşmiş kabul edilen Bomba sözcüğü ise patlama çatlama olarak karşılık bulmaktadır. Aynı durum “emperyalizm” için ve hatta “imparatorluk” ve “kolonyal” sözcükleri için de geçerlidir. Bu üç sözcük aslında Türkçemizdeki “sömürme”, “sömürge”, “sömürgeci” sözcüklerinin, diğer bir ifadeyle Anadolu Türkçesindeki “altta kalanın canı çıksın”  deyimini karşılamaktadır.
         Kürese l sömürgeciler mazlum ve masum halkların halk diliyle “kanını emerken” en azından bu sömürünün farkında olmasınlar diye üretilmiş Türkiye özelinde Türkçe dışındaki sözcüklerle bireyler uyutulmaktadır.
         Konuya tersinden giriş yaparsak, bireylerin önce konuşmayı sonra ana dillerini sonra da iletişim kurmasını öğrenmesi, belki 10.000 yıl öncesi gelişmişlik düzeyine ulaşabilmesini ancak sağlayabilecektir.
         Kişi toplumda birey olmadan, bireylerin örgütlü en üst düzeneği sistemi olan devleti kurmaya kalkması durumunda, kum yığınından evler misali o devlet ilk fırtına da savrulup darmadağın olacaktır.
-----

2)ETİMOLOJİDEN GERÇEKLERE:
         Modern çağın ya da milenyumun gerçek vebası olan TERÖR; temel manada; “tehdit, adam kaçırma, rehin alma, gasp, yağma, katliam vb.” fiilleri işlemek suretiyle doğrudan insanlık onuruna karşı hak ihlalleri üzerinden geçim sağlamayı meslek edinme durumu olarak Türkçeleştirilebilecektir.
         İnsanlık onuruna eziyet etme Anadolu Türkçesindeki ifadesiyle kul hakkını girme, kul hakkını gasp etme durumu; sözde modern medeniyet Batı’da 1860’lı yıllarda köleliğin resmi olarak yasaklanması ile ancak ayıplanabilmiştir. Oysa TÜRK medeniyetinin onbinlerce yıllık geleneğinde hiçbir zaman kölelik ayıbı yaşanmamıştır. Osmanlı bünyesindeki Tuğrani yani Törük (TÜRK) medeniyetinin ardılları topluluklar yine kölelik ayıbından uzak durmuş, ne zaman ki devlet bürokrasisi oluşmaya başlayınca Tuğran dışındaki Törük olmayan diğer milletlerin ardıllarının alışkanlıkları kısmi olarak toplum yaşamına karışmıştır. Ki bu durum Osmanlı’nın çok kültürlü yapısında yine de Türk Milleti’nin köle ayıbına bulaşmasını sebep olmayı başaramamıştır.
         Ayrıca diğer dillerde kul ve köle tabirleri, aynı sözcükle (Arapçada “abd”) ifadesini bulurken Türkçemizde “kulluğun sadece Yüce Yaradan’a (Allah’a)  olabileceği” inancıyla “bir insanın diğerine kulluk edemeyeceğini” de vurgulayan tarzda köle sözcüğünü kullanılmıştır. Çünkü TÜRK medeniyetinde insanlık onuru yani kul hakkı korunması gereken en kutsal değer olagelmiştir.
         TERÖR; Milenyum olarak adlandırılan teknoloji çağında, güce hakim unsurların zalimleşerek mahkum yani yönetilen unsurları mazlumlaştırma ve köleleştirme yönündeki çağdaş aygıttır.
         İnsanlık tarihi kadar eski olan gasp yağma katliam temelli bu suç fiilleri öteden beri kriminal nitelikli kabul görmüş olmakla birlikte buna mukabil cezalandırmalar ancak zalimin insafı kadar uygulamaya geçirilebilmiştir.
----    
         3)DEVLET ve TERÖR
         Anayasal temelde Devlet düzeneği ve Devlet geleneğinin, Akademik tabirle “state formation” bakış açısıyla terörün iktidara ulaşmasının önlenmesi bir yana; TERÖR, aynı Anayasal düzen içerisinde iktidara ulaşmanın en birincil yöntemi olarak, hakim güçler tarafından Üçüncü dünya ülkelerinde pazarlanmaktadır. Aslında daha da vahimi ise belki bunun bir pazarlamadan çok öteye, sözde “Arap baharı” örneğinde olduğu gibi, dayatamaya dönüşmüş durumda olmasıdır.
         Terörün Üçüncü dünya ülkelerinde iktidar için en birincil yöntem olduğu algısının pazarlanmasının Küresel sömürgeciler için bir ihtiyaç olduğu durumu, 1990’lardaki Irak işgali deneyiminde bizzat yaşanarak idrak edilmişti.
         Tam da bu sıralar soğuk savaş biterken, yerine başlayan dönem her ne kadar “barış” olarak adlandırılsa da, yaşanan gerçek ise en iyi niyetli söylemle olsa olsa “soğuk barış” dönemiydi.
         Nasıl ki soğuk savaşta iddia edilenin aksine bir savaş söz konusu değilken bu dönem de barışın yeni yıl dileklerinden öte bir anlam taşımadığı çok geçmeden anlaşılacaktı.
         “Soğuk savaş” döneminin casusluk savaşları yerini “soğuk barış”ta sözde Sivil Toplum Kuruluşları’nın barış ve demokrasi havariliğinin öncülüğündeki sözde barış için çatışmalara bırakmıştı.
         ABD’deki ikiz kulelere yönelik yolcu dolu uçakların kitlesel canlı bombalar olarak kullanıldığı Onbir Eylül ya da ABD’deki söylemle 9/11 saldırıları da; Batı sözde medeniyetindeki terör potansiyelinin üçüncü dünyaya ihracı için belki zorunluydu.  Her ne kadar komplo teorisi olarak görülse de “soğuk barış”ın tam orta yerinde Küresel sömürgecilerin kalbinin vurulması ya da en azından kalbi olduğu yönünde propagandası yapılan yerlere saldırı düzenlenmesinin sebebi ve failleri ne ve kim olursa olsun sonuçları itibarıyla başka seçenekler akla gelmemektedir.
         Dolayısıyla “soğuk barış” döneminin en temel özelliği 3.Dünya’da TERÖR’ün iktidara ulaşmada meşru bir aygıt ve araç olarak kanıksanması olmuştur.
         Aynı Batı ; TERÖR’ü 3.Dünya ülkelerindeki iktidar savaşlarında meşrulaştırırken kendi topraklarına teröristlerin gölgelerinin dahi düşmesine fırsat tanımamıştır.  Bunun da ötesinde Batı, kendi vatandaşları arasındaki kriminal tipleri de 3.Dünya’ya ihraç etmek suretiyle bir çeşit olası toplumsal huzursuzluklara da ön almıştır.
         Günümüz Küresel sömürgecileri; kamuoyunda sıkça duyduğumuz tabiriyle “koalisyon güçleri” tüzel kişiliğinde ete kemiğe bürünmekle birlikte esas itibarıyla İngiltere Krallığının manevi öncülüğünde ve ABD’nin manevi sözcülüğünde kendini bulmaktadır.
         Tüm bu TERÖR’ü 3.Dünya’ya ihraç stratejisi mutlak ki ne tek boyutlu ne de tek karar odaklı olarak hayata geçirilmiş değildir.
         Türkiye’ye dayatılan Başkanlık sistemi; sanılanın aksine ABD’de değil de, Küresel sömürgecilerin soğuk barış dönemindeki 3.Dünya’yı sömürme aygıtlarının kamufle edilmesi yöntemi olarak Meksika Brezilya başta olmak üzere, Küresel sermayeye tehdit oluşturabilecek potansiyeldeki ülkelerde hayat geçirilmiştir.
         Çünkü Küresel sömürgecilerin dünyayı bir köy gibi görmelerinin eseri olarak, onların gözünde Devlet başkanlığı da bir tek makamdır ki o da İngiliz Krallığıdır. ABD başkanı sanılanın aksine Birleşik Devletlerin Devlet Başkanı değil Birleşik Devlet Yürütmesinin (Administration) başıdır. ABD’nin Devlet başkanı sembolik olarak İngiliz Kralıdır. Kralın ABD’deki devlet başkanlığı yetkileri de yine İngiliz Kralı adına fiili olarak SENATO tarafından kullanıla gelmektedir
         Dolayısıyla devlet kurumları yerli yerinde olunca yetki çatışması olmadığı gibi, işleyen hukuk sistemi sonucu herkes görevini bilmekte ve devletin işlevselliği en etkin düzeylere taşınabilmektedir.
         Anayasası olmadığı iddia edilen İngiltere’de sistem 800 yıl önceki Magna Carta; yani Türkçesiyle 1215 tarihli Devasa Şart  olarak adlandırabileceğimiz metin üzerinden gelişmiştir.
         Oysa Magna carta sanılanın aksine özgürlükler beyannamesi olmadığı gibi insan haklarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan bir içeriğe sahiptir. Magna Carta; Kralın Kutsal meşruiyet (yani Tanrı’dan alınan ya da tanrısal) kaynaklı iktidarını, Mutlak meşruiyet (Yani toprağa dayalı mülk’e dayalı) iktidarla dengelenmesi ya da iktidarın meşruiyet kaynağının “kutsal dayanaktan, mutlak dayanağa doğru geçişgenliğinden” başkaca bir şey değildi.
         Ama esas olanın Anayasal sistem Latince kökeniyle “constitutional” ana gövde etrafında toplanan kurallar bütün olduğu gerçeğiydi. Bu anayasal gerçeklik her ne kadar 800 yıldır insan hakları tarihinin ilk belgesi gibi yansıtılmış olsa da bugünkü İngiliz Krallığının kök ve temellerini doğru anlamamız açısından oldukça önemli bir konumdadır. Küresel sömürgecilerin en azından köklerinin doğru tanımlanması; sömürge veya sömürge adayı olan 3.Dünya ülkelerinin, karşı stratejileri geliştirmelerinde ana esası oluşturmak zorundadır.
----
         4)GÜNCELDEKİ GERÇEKLER IŞIĞINDA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ:
         Güncel olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunların kökleri; küresel sömürgecilerin 1815’ten bu yana 200 yıldır süregelen Avrupa’nın hasta adamı olgusunun bir türlü “ölü adam” olgusuna evriltilememesinde yatmaktadır.
         Türkiye açısından; Milenyumun vebası cici Terörden kurtulmanın yolları olarak sayabileceğim hususlar ise şu ana başlıklar sıralanabilecektir.
         -Anayasal boyut;
         Türkiye Cumhuriyeti devleti; 1815’te Napolyonu esir alan İngilizler öncülüğündeki Küresel sömürgecilerin Fransa’yı laiklikle etkisizleştirmesi ve bir anlamda Roma geçmişli Latin cephesini düşman modundan çıkartması sonrasındaki saldırılara karşı 1808’de Sened-i ittifak ile başlattığı Anayasal sürecin ete kemiğe bürünmüş son haliydi.
         Küresel sömürgeciler, İngiliz Krallığının öncülüğünde kendileri parlamenter sistemi ve seküler devlet anlayışını esas alırlarken, Fransa ve Türkiye örneğinde olduğu gibi, sömürge adayı ya da denetim altına alma teşebbüsünde bulundukları ülkelere, devlet başkanının işlevsel olarak bulunmadığı Başkanlık sistemini ve laik yani Devlet kademlerinden ve toplum yaşamından inançların görünür olmasını ortadan kaldıran anlayışını dayatmışlardır.
         Dolayısıyla Anayasal temelden taviz verilmeden, Anayasa’nın tavizsiz uygulanması,
         Her şeyden önce en birincil temel insan hak ve özgürlüğünün “yaşama hakkı” olduğunun vurgulanarak, “yaşama hakkı”nın yaşamasının ancak ve ancak sadece bireye “güvenlik hakkı” güvencesi sağlanması ile mümkün olduğu gerçeğinin esas alınması,
         iki bölmeli parlamenter sisteme geçilerek Anayasal demokraside Devlet başkanlığı makamının tarafsız ama Devleti bir bütün olarak kucaklayan manevi birleştirici konuma taşınması,
         Başbakan’ın yürütmenin başı olarak, iktidarın yetkilerini kullanırken Parlamento’nun Lordlar kamarası ya da Senato dengi olan bölmesi aracılığıyla Türk Milleti’nin iradesinin denetiminde olması,
         Anyasa’da laiklik değil sekülerizm vurgusu yapılması, ya da uygulama olarak Devletin Anayasal düzlemde vatandaşının inançlarına karışmadığı , her vatandaşın inanç özgürlüğünün güvence altına alındığı bir sistem uygulanması,
         Özellikle Devlet kurumlarında ve tüm kamu alanlarında, TÜRK adı silinerek Türk Milleti’nin Türk devletini ve Türk vatanını kimliksizleştirme politikalarından derhal vazgeçilmesi,
         Türk adının bir etnik kökenden değil, Bir medeniyet anlayışından geldiği gerçeği ile, tüm dünyaya “ulus” devlet anlayışını yerleştiren Osmanlı hanedanı öncülüğündeki TÜRK devlet anlayışının yeniden hakim kılınması, “ulus devlet” Küresel sömürgecilerin iddialarının aksine , aynı etnik kökenden gelen bireylerin örgütlü şekilde bir araya gelerek bir etnik kökene dayalı olarak kurdukları devlet demek olmadığı gerçeğinden hareketle, “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışı temelinde bir devletin toprakları üzerinde yaşayan her bir bireyin dili dini ırkı rengi vb ayrım gözetilmeksizin o devlete vatandaşlık bağı ile bağlanması durumu olduğunun yeninden hatırlanması,  
         Osmanlı hanedanı yönetimindeki TÜRK cihan devleti, tarihi boyunca kendi toprakları üzerinde yaşayan her bir bireye ; içinde bulunduğu tarihsel dönemin gerçekleri ile uyumlu olarak ayrımsız bir şekilde vatandaş muamelesi yaptığı gerçeğinin hatırlanması,
         Adı olmayan hiçbir varlığın ayakta kalamayacağı gerçeğinden hareketle her ne kadar Küresel sömürgecilere hizmet adına TÜRK düşmanlığı yapmak amacıyla yürütülse de, bu kimliksizleştirme politikasının aslında devleti tasfiye etmek anlamına geldiğinin görülmesi, dolayısıyla Küresel sömürgecilere hizmet olsun derken, onlar karşısındaki tek önemli biricik koz olan bizatihi devletin kendisinin yok olması durumunda, aynı Küresel sömürgecilerin; sömürecek bir devleti bile olmayan bir oluşuma itibar etmeyeceği gerçeğinin de görülmesi,
         Yine bu çerçevede, “özel isim-cins isim ayrımı” toplumbilimsel gerçeğinin göz önünde bulundurulması , Millet devlet vatan bayrak kavramlarının, her ne kadar “tek” olarak vurgulansa da isimsiz kaldığında ya da “bu” diye garabet bir söylemle süslendiği zaman, aslında olmakta olan gerçekliğin başsız gövde gibi bir ucubeye dönüştüğünün görülmesi,
         Bir yandan kimliksizleştirilmesi yönünde çaba sarf edilen devletin tüzel kişilik olarak yanlış yapmasının fiilen akıl dışı olması nedeniyle, geçmişteki hataların “güvenlikçi politikalar” ya da devlet odaklı değil , tamamıyla kul-insan-birey kaynaklı sorunlar olduğu gerçeğinin yeniden ortaya çıkartılması, aksi halde, devletin tüzel kişiliğinin suçlanması durumunun; bir kişinin arabayla ezilmesi örnek olayında, maktulu ezen saldırganın değil de tam tersine sanki kişilik sahibi görülerek arabanın suçlanması gibi bir garabetin ortaya çıkacağı gerçeğine dikkat çekilmesi,
         İdari boyut olarak;
         Terör suçundan ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü PKK elebaşına bu sıfatının dışında bir sıfat yakıştırılmasına olanak fırsat tanınmaması izin verilmemesi, bu bağlamda, bu hükümlünün diğer ağırlaştırılmış müebbet hükümlülerle aynı koşullarda infaz işleminin sürdürülmesi, bırakın devletin müsteşarını o hükümlüye göndermeyi, ancak İnfaz Koruma Memurlarının diğer hükümlülerle aynı koşullarda anılanı muhatap alması,
         Türkiye’nin bütünlüğüne kasteden terörist başına Terör suçundan ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü PKK elebaşı dışında bir sıfat yakıştırılmaması , terör örgütüne “Kürt siyasi hareketi”, terörist elebaşlarına “üst düzey yönetici” vb şeklinde kutsayıcı terminolojiden vazgeçilmesi, bu söylemlerin doğrudan terörü ve teröristi yani suçu ve suçluyu övmek fiili sayılması,
         Küresel sömürgecilerin talimatıyla oluşturulan “İmralı” konseptinin esas olarak Hollanda Lahey’deki uluslar arası adalet divanı araç kılınarak hayata geçirilmek istendiği unutulmadan, hiçbir kişi için hukukun hele hele anayasanın ihlal edilmesinin kesinlikle önüne geçilmesi,
         Yabancıya her türlü gayrimenkul satışının sıkı denetim altına alınması,
         Yurtiçindeki her türlü yabancının yıkıcı faaliyetleri karşısında duyarlılığın bir bütün olarak yükseltilmesi, bir çeşit casus cenneti olan Türkiye’nin bu durumunun ortadan kaldırılması,
         Askeri açıdan;
         Gümrük kapılarının dış güvenliği başta olmak üzere Türkiye’nin tüm sınırlarından Kara Kuvvetleri Komutanlığının sorumlu tutulması,
         Kırsaldaki teröristlere karşı yürütülen operasyonlarda; Özel kuvvetler komutanlığı ve özel harekat polisinin müşterek çalıştırılması,
         Hem askeri hem istihbari sayılacak şekilde, terör örgütlerinin iletişim kanallarının denetlenmesi ve dinlenmesi kadar ondan daha önemli olan özellikle kırsaldaki teröristlerin birbirleriyle olan telsiz, telefon, kurye vb iletişiminin yasal düzenlemeler ışığında ve yargı kararları doğrultusunda engellenmesi, aksi durumda kamu imkanları ile teröristlerin devleti imha eylemleri organize etmesinin önüne geçilemeyeceği, özellikle telsiz görüşmelerinin “teröristler hakkında bilgi toplama aracı” olarak görülmesi nedeniyle bunlara izin verilmesinin terörist faaliyetlere hayat verdiği gerçeğinin bir şekilde artık görülmesi, yine yerli yabancı operatörlere kayıtlı GSM telefonlarının yasal dayanak altında alınacak yargı kararları ile iletişime kapatılması,
         Diplomatik açıdan;
         Uluslar arası toplumda tüm devletlerin; dost ya da müttefik diye ayırmadan teröre karşı işbirliği açısından muhatap kabul edilmesi,
         Bu çerçevede güncel olarak Almanlarla işbirliğine önem ve öncelik verilmesi, zira Küresel sömürgecilerin hem sömürge yapamadıkları hem de kendilerine ortak edinmedikleri Almanların özellikle Ortadoğu’daki menfaatlerinin Türkiye’nin menfaatleriyle doğal olarak örtüştüğünün anlaşılması, tıpkı 1.Dünya savaşı öncesi İngiliz işgali altında olan Osmanlı Hanedanlığı yönetimindeki TÜRK devletinin menfaatlerinin İngiliz’in insafında değil, bir müttefik bularak İngiliz’e karşı direnmek gerçekliğinde olması gibi , günümüz koşullarının da İngiliz-ABD güdümündeki İran, İsrail , S. Arabistan, Katar , Çin ya da Rusya’ya sarılmak değil, Almanlarla onurlu ve eşit koşullarda yürütülecek işbirliği girişimleri çerçevesinde uluslar arası ilişkilerimizin şekillendirilmesi, tam bağımsızlık ilkesinden asla taviz verilmemesi,
         şeklindedir.  
         Arz ederim
“İstihbarat Hukukuna Giriş” kitabının yazarı Vatan KÖSERELİ

Devlet İktidar ve Terör

Vatan KÖSERELİ
         DEVLET ve TERÖR
         Terör diyoruz ama, sözcük anlamı uluslar arası boyut kazanmış bir terim. Türkçe konuşanlar için bu terimin karşılığı bir sözcük bulunmakta zorluk çekildiği için Türkçe’de aynıyla kabul görmüştür. Bundan dolayı olsa gerek Türkiye’de terör her kesim için çok farklı yerlere çekilebilmiştir.
         Anayasal temelde Devlet düzeneği ve geleneği iktidar meşruiyetinin tartışılmazlığını hedeflemektedir. Dolayısıyla terörün günümüzde sanılandan çok farklı boyuttaki temel tehdit durumu, iktidara ulaşmanın bir aygıtı olarak kullanılabileceği algısının gelişmesidir.
         Bu algı yönetimi Dünyadaki hakim güçler tarafından Üçüncü dünya ülkelerinde uygulamaya geçirilmektedir. Uygulamalar açısından daha vahim durum, sözde “Arap baharı” örneğinde olduğu gibi, üçüncü dünya ülkeleri için dayatamaya dönüşmüş olmasıdır.
         Terörün Üçüncü dünya ülkelerinde iktidar için en birincil yöntem olduğu algısının pazarlanmasının Küresel sömürgeciler için bir ihtiyaç olduğu durumu, 1990’lardaki Irak işgali deneyiminde bizzat yaşanarak idrak edilmiştir.
         Tam da bu sıralar soğuk savaş biterken, yerine başlayan dönem her ne kadar “barış” olarak adlandırılsa da, yaşanan gerçeklik bambaşka bir boyutta, en iyi niyetli söylemle, “soğuk barış” dönemiydi.
         Nasıl ki soğuk savaşta iddia edilenin aksine bir savaş söz konusu değilken bu soğuk barış dönemin de barışın yeni yıl dileklerinden öte bir anlam taşımadığı çok geçmeden anlaşılacaktı.
         “Soğuk savaş” döneminin “casusluk savaşları” yerini; “soğuk barış”ta sözde Sivil Toplum Kuruluşları’nın barış ve demokrasi havariliği öncülüğündeki “barış için” yerel çatışmalara bırakmıştı.
         ABD’deki ikiz kulelere yönelik yolcu dolu uçakların kitlesel canlı bombalar olarak kullanıldığı Onbir Eylül ya da ABD’deki söylemle 9/11 saldırılarının da; Batı sözde medeniyetindeki terör potansiyelini üçüncü dünyaya ihraç etmeye gerekçe oluşturmak için zorunlu olarak hayata geçirilmiş bir planlama olduğu iddiası da yabana atılamamaktadır. Bu iddia her ne kadar komplo teorisinden öte bir kanıta dayanmasa da; son 14 yıllık gelişmeler, “soğuk barış”ın tam orta yerinde Küresel sömürgecilerin kalbinin vurulması, sebebi ne, failleri kim olursa olsun sonuçları itibarıyla başka seçenekleri akla getirmemektedir.
         Dolayısıyla “soğuk barış” döneminin en temel özelliği Üçüncü Dünya’da terörün iktidara ulaşmada meşru bir aygıt ve araç olarak kanıksanması durumu olmuştur.
         Bu dönemde aynı Batı ; terörü Üçüncü Dünya ülkelerindeki iktidar savaşlarında meşrulaştırırken kendi topraklarına teröristlerin gölgelerinin dahi düşmesine fırsat tanımamıştır.  Bunun da ötesinde Batı, kendi vatandaşları arasındaki kriminal tipleri de Üçüncü Dünya’ya ihraç etmek suretiyle bir çeşit olası toplumsal huzursuzluklara da ön almıştır.
         Günümüz Küresel sömürgecileri; kamuoyunda sıkça duyduğumuz tabiriyle “koalisyon güçleri” tüzel kişiliğinde ete kemiğe bürünmekle birlikte esas itibarıyla İngiltere Krallığının manevi öncülüğünde ve ABD’nin manevi sözcülüğünde kendine bir anlam bulmaktadır.
         “Terörü Üçüncü Dünya’ya ihraç stratejisi” uygulamalarının ne tek boyutlu ne de tek karar odaklı olarak hayata geçirilmiş olduğu söylenemez.
         Türkiye’ye dayatılan Başkanlık sistemi; sanılanın aksine ABD’deki uygulama değil tam tersine, Küresel sömürgecilerin “soğuk barış” dönemindeki sömürü aygıtlarının kamufle edilmesi yöntemi olarak Üçüncü Dünya’daki tek menfaat grubu odaklı yönetsel sistemlerdir. Meksika Brezilya başta olmak üzere, Küresel sermayeye tehdit oluşturabilecek potansiyeldeki ülkelerde bu tarz başkanlık sistemleri hayata geçirilmiştir.
         Çünkü Küresel sömürgecilerin dünyayı bir köy gibi görmelerinin eseri olarak, onların gözünde Devlet başkanlığı da bir tek makamdır ki o da İngiliz Krallığıdır. Anglo-Sakson geleneğindeki yönetsel sistemlerde bir hanedana dayalı Anayasal Monarşi söz konusudur. Kanada, Avustralya ve Yni Zelanda örneğinde ise Kralı temsilen atanmış Genel Valiler Devlet başkanlığı görevini icra etmektedir. Ancak ABD’de bu iki durum da söz konusu değildir. ABD başkanı sanılanın aksine Birleşik Devletlerin Devlet Başkanı değil Birleşik Devletler Yürütmesinin (Administration) başıdır.ABD’de devlet yönetiminde bir Hükümet (Government) değil bir bütün olarak Yürütme (Administration) söz konusudur.
         ABD’nin Devlet başkanı sembolik olarak İngiliz Kralıdır. Kralın ABD’deki devlet başkanlığı yetkileri de yine İngiliz Kralı adına fiili olarak Senato tarafından kullanıla gelmektedir. Örnek olarak Anayasal Monarşilerde Hükümetlerin Kralın onayına sundukları Bakan, Büyükelçi vb atamalar, ABD’de Senato tarafından onaylanmadıkça hukuki bir geçerlilik kazanmış olmazlar.
         Anayasal Monarşilerde ya da Parlamenter Demokrasilerde; devlet erkleri ve kurumları yerli yerinde olunca yetki çatışması olmadığı gibi, işleyen hukuk sistemi sonucu herkes görevini bilmekte ve devletin işlevselliği en etkin düzeylere taşınabilmektedir.
         Anayasası olmadığı iddia edilen İngiltere’de sistem 800 yıl önceki Magna Carta; yani Türkçesiyle 1215 tarihli Devasa Şart  olarak adlandırabileceğimiz metin üzerinden işleye gelmiştir.
         Oysa Magna carta sanılanın aksine özgürlükler beyannamesi olmadığı gibi insan haklarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan, adeta “özel hukuk sözleşmesi”ni çağrıştıran bir içeriğe sahiptir. Magna Carta; Kralın Kutsal meşruiyet (yani Tanrı’dan alınan ya da tanrısal) kaynaklı iktidarını, Mutlak meşruiyet (Yani toprağa dayalı mülk’e dayalı) iktidarla dengelenmesinin yazılı bir metne dönüştürülmüş halidir.  Diğer bir ifadeyle iktidarın meşruiyet kaynağının “kutsal dayanaktan, mutlak dayanağa doğru geçişgenliğinden” başkaca bir şey değildir.
         Diğer taraftan ise Magna Carta ; iktidara ulaşma meşruiyeti edinmiş odakların, Anayasal sistem adıyla müşterek değerler etrafında toplanarak iktdar menfaatlerinden yararlanma geleneğinin temellerini atmış oldu. Bu anayasal gerçeklik her ne kadar 800 yıldır insan hakları tarihinin ilk belgesi gibi yansıtılmış olsa da bugünkü İngiliz Krallığının kök ve temellerini doğru anlamamız açısından oldukça önemli bir işlev görmektedir. Küresel sömürgecilerin en azından köklerinin doğru tanımlanması; sömürge veya sömürge adayı olan Üçüncü Dünya ülkelerinin, karşı stratejileri geliştirmelerinde ana esası oluşturmak zorundadır.
         Çünkü günümüz itibarıyla Küresel sömürgeciler Üçüncü dünya ülkelerinde terörü iktidara ulaşmanın bir meşruiyet kaynağı haline getirmekteler.
“İstihbarat Hukukuna Giriş” kitabının yazarı Vatan KÖSERELİ