17 Ekim 2015 Cumartesi

Devlet İktidar ve Terör

Vatan KÖSERELİ
         DEVLET ve TERÖR
         Terör diyoruz ama, sözcük anlamı uluslar arası boyut kazanmış bir terim. Türkçe konuşanlar için bu terimin karşılığı bir sözcük bulunmakta zorluk çekildiği için Türkçe’de aynıyla kabul görmüştür. Bundan dolayı olsa gerek Türkiye’de terör her kesim için çok farklı yerlere çekilebilmiştir.
         Anayasal temelde Devlet düzeneği ve geleneği iktidar meşruiyetinin tartışılmazlığını hedeflemektedir. Dolayısıyla terörün günümüzde sanılandan çok farklı boyuttaki temel tehdit durumu, iktidara ulaşmanın bir aygıtı olarak kullanılabileceği algısının gelişmesidir.
         Bu algı yönetimi Dünyadaki hakim güçler tarafından Üçüncü dünya ülkelerinde uygulamaya geçirilmektedir. Uygulamalar açısından daha vahim durum, sözde “Arap baharı” örneğinde olduğu gibi, üçüncü dünya ülkeleri için dayatamaya dönüşmüş olmasıdır.
         Terörün Üçüncü dünya ülkelerinde iktidar için en birincil yöntem olduğu algısının pazarlanmasının Küresel sömürgeciler için bir ihtiyaç olduğu durumu, 1990’lardaki Irak işgali deneyiminde bizzat yaşanarak idrak edilmiştir.
         Tam da bu sıralar soğuk savaş biterken, yerine başlayan dönem her ne kadar “barış” olarak adlandırılsa da, yaşanan gerçeklik bambaşka bir boyutta, en iyi niyetli söylemle, “soğuk barış” dönemiydi.
         Nasıl ki soğuk savaşta iddia edilenin aksine bir savaş söz konusu değilken bu soğuk barış dönemin de barışın yeni yıl dileklerinden öte bir anlam taşımadığı çok geçmeden anlaşılacaktı.
         “Soğuk savaş” döneminin “casusluk savaşları” yerini; “soğuk barış”ta sözde Sivil Toplum Kuruluşları’nın barış ve demokrasi havariliği öncülüğündeki “barış için” yerel çatışmalara bırakmıştı.
         ABD’deki ikiz kulelere yönelik yolcu dolu uçakların kitlesel canlı bombalar olarak kullanıldığı Onbir Eylül ya da ABD’deki söylemle 9/11 saldırılarının da; Batı sözde medeniyetindeki terör potansiyelini üçüncü dünyaya ihraç etmeye gerekçe oluşturmak için zorunlu olarak hayata geçirilmiş bir planlama olduğu iddiası da yabana atılamamaktadır. Bu iddia her ne kadar komplo teorisinden öte bir kanıta dayanmasa da; son 14 yıllık gelişmeler, “soğuk barış”ın tam orta yerinde Küresel sömürgecilerin kalbinin vurulması, sebebi ne, failleri kim olursa olsun sonuçları itibarıyla başka seçenekleri akla getirmemektedir.
         Dolayısıyla “soğuk barış” döneminin en temel özelliği Üçüncü Dünya’da terörün iktidara ulaşmada meşru bir aygıt ve araç olarak kanıksanması durumu olmuştur.
         Bu dönemde aynı Batı ; terörü Üçüncü Dünya ülkelerindeki iktidar savaşlarında meşrulaştırırken kendi topraklarına teröristlerin gölgelerinin dahi düşmesine fırsat tanımamıştır.  Bunun da ötesinde Batı, kendi vatandaşları arasındaki kriminal tipleri de Üçüncü Dünya’ya ihraç etmek suretiyle bir çeşit olası toplumsal huzursuzluklara da ön almıştır.
         Günümüz Küresel sömürgecileri; kamuoyunda sıkça duyduğumuz tabiriyle “koalisyon güçleri” tüzel kişiliğinde ete kemiğe bürünmekle birlikte esas itibarıyla İngiltere Krallığının manevi öncülüğünde ve ABD’nin manevi sözcülüğünde kendine bir anlam bulmaktadır.
         “Terörü Üçüncü Dünya’ya ihraç stratejisi” uygulamalarının ne tek boyutlu ne de tek karar odaklı olarak hayata geçirilmiş olduğu söylenemez.
         Türkiye’ye dayatılan Başkanlık sistemi; sanılanın aksine ABD’deki uygulama değil tam tersine, Küresel sömürgecilerin “soğuk barış” dönemindeki sömürü aygıtlarının kamufle edilmesi yöntemi olarak Üçüncü Dünya’daki tek menfaat grubu odaklı yönetsel sistemlerdir. Meksika Brezilya başta olmak üzere, Küresel sermayeye tehdit oluşturabilecek potansiyeldeki ülkelerde bu tarz başkanlık sistemleri hayata geçirilmiştir.
         Çünkü Küresel sömürgecilerin dünyayı bir köy gibi görmelerinin eseri olarak, onların gözünde Devlet başkanlığı da bir tek makamdır ki o da İngiliz Krallığıdır. Anglo-Sakson geleneğindeki yönetsel sistemlerde bir hanedana dayalı Anayasal Monarşi söz konusudur. Kanada, Avustralya ve Yni Zelanda örneğinde ise Kralı temsilen atanmış Genel Valiler Devlet başkanlığı görevini icra etmektedir. Ancak ABD’de bu iki durum da söz konusu değildir. ABD başkanı sanılanın aksine Birleşik Devletlerin Devlet Başkanı değil Birleşik Devletler Yürütmesinin (Administration) başıdır.ABD’de devlet yönetiminde bir Hükümet (Government) değil bir bütün olarak Yürütme (Administration) söz konusudur.
         ABD’nin Devlet başkanı sembolik olarak İngiliz Kralıdır. Kralın ABD’deki devlet başkanlığı yetkileri de yine İngiliz Kralı adına fiili olarak Senato tarafından kullanıla gelmektedir. Örnek olarak Anayasal Monarşilerde Hükümetlerin Kralın onayına sundukları Bakan, Büyükelçi vb atamalar, ABD’de Senato tarafından onaylanmadıkça hukuki bir geçerlilik kazanmış olmazlar.
         Anayasal Monarşilerde ya da Parlamenter Demokrasilerde; devlet erkleri ve kurumları yerli yerinde olunca yetki çatışması olmadığı gibi, işleyen hukuk sistemi sonucu herkes görevini bilmekte ve devletin işlevselliği en etkin düzeylere taşınabilmektedir.
         Anayasası olmadığı iddia edilen İngiltere’de sistem 800 yıl önceki Magna Carta; yani Türkçesiyle 1215 tarihli Devasa Şart  olarak adlandırabileceğimiz metin üzerinden işleye gelmiştir.
         Oysa Magna carta sanılanın aksine özgürlükler beyannamesi olmadığı gibi insan haklarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan, adeta “özel hukuk sözleşmesi”ni çağrıştıran bir içeriğe sahiptir. Magna Carta; Kralın Kutsal meşruiyet (yani Tanrı’dan alınan ya da tanrısal) kaynaklı iktidarını, Mutlak meşruiyet (Yani toprağa dayalı mülk’e dayalı) iktidarla dengelenmesinin yazılı bir metne dönüştürülmüş halidir.  Diğer bir ifadeyle iktidarın meşruiyet kaynağının “kutsal dayanaktan, mutlak dayanağa doğru geçişgenliğinden” başkaca bir şey değildir.
         Diğer taraftan ise Magna Carta ; iktidara ulaşma meşruiyeti edinmiş odakların, Anayasal sistem adıyla müşterek değerler etrafında toplanarak iktdar menfaatlerinden yararlanma geleneğinin temellerini atmış oldu. Bu anayasal gerçeklik her ne kadar 800 yıldır insan hakları tarihinin ilk belgesi gibi yansıtılmış olsa da bugünkü İngiliz Krallığının kök ve temellerini doğru anlamamız açısından oldukça önemli bir işlev görmektedir. Küresel sömürgecilerin en azından köklerinin doğru tanımlanması; sömürge veya sömürge adayı olan Üçüncü Dünya ülkelerinin, karşı stratejileri geliştirmelerinde ana esası oluşturmak zorundadır.
         Çünkü günümüz itibarıyla Küresel sömürgeciler Üçüncü dünya ülkelerinde terörü iktidara ulaşmanın bir meşruiyet kaynağı haline getirmekteler.
“İstihbarat Hukukuna Giriş” kitabının yazarı Vatan KÖSERELİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder